İnsan yazıyı keşfettiği zamanlar kadar, yazıyı nasıl yüzeyler üzerine yazacağına dair araştırmalar içinde bir o kadar zaman harcamıştır.
Papirüs ve parşömenler üzerine yazı yazıp, onu rulo haline getiren insanoğlu, korunması zor bu yöntemden, bugünkü kitapların temelini de oluşturan “kodeks”e geçtiğinde, “kitap” için başka bir dünyanın kapıları da açılmış oluyordu.
Kodeks; üzerinde yazı olan birkaç tahta levhanın üst üste konması anlamına geliyordu.Ancak katlanabilir yüzeylere yazı yazılması ile birlikte, bu yüzeyler üst üste konarak dikiliyor ve dışlarına da deri ya da benzeri malzemeden kapak konularak korunuyordu.
O günden bu yana hep yazı yazılan yüzey malzemeleri, hem de bu yüzeyleri (sayfaları) bir arada tutmak için yapılan kapak uygulamalarında, olağanüstü güzel işler yapılmıştır.
Antik dönemin kütüphaneleri, içinde barındırdıkları kitap sayılarının yanısıra, kitaplarındaki yazı karakterleri, sayfa süslemeleri ve ciltleri ile anılmışlardır.
Kitap süslemelerinde iş o kadar ileri götürülmüştür ki, kilise babası Hieronymus; “Parşömen erguvan rengine boyanıyor, harfler altın yaldızla yazılıyor, cilt kapakları değerli taşlarla süsleniyor, oysa İsa kapınızın önünde çırılçıplak can veriyor” eleştirisini getirmiştir.
Bu tür eleştirilere karşın kitap; hem bilgi kaynağı, hem de bir nesne olarak tarih boyunca önemini korumuştur.
Şimdiki zamanlarda da kitaplara büyük özen gösteren yayınevleri ve üretim kurumları, -sayıları azalsa da- var.
Dünü, bugüne kadar gelen kitaplardan öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz. Yarının insanı da bugüne dair olanı kitaplardan öğrenecek. Tarihin sürekliliğini sağlayan kitaplar, “ruhuna uygun” olarak üretilmelidir.
Herşeyin makineleştiği günümüzde geleneği çağdaş bir yaklaşımla yaşatan kurumlara her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Kitaplara hayat veren, cilt yapılan, özel uygulamalar geliştirilen mekanlarda, ustalığın, “usta-çırak” ilişkisi ile gelecek nesillere de taşınması gerekiyor.